25 Şubat 2009 Çarşamba

Yaşadığım Yer

Doğduğumuz bir yer vardır hepimizin, kayda geçer koca kara kaplı defterlere. Sonra, sonra önümüze yollar çıkar ömür denilen sonlu yazgıyı gitmemiz için. Kimimiz seçeriz yolumuzu, ya da seçtiğimizi sanırız. Kimimize yolun bir yerinde dur denir, dur yolcu. Belkide soluklanmak ister bu ruh, barınmak ister, yaşamak ister de doyamaz yaşadığına.
Doğduğumuz yer değişmez ama yaşadıkça değişir herşey...

Ben, Yeniköy'de doğmuşum. Bir köy ki, Samanlı dağlarını arkasına almış, önünde ovası ve denizi. Bakar dururmuş kuzey göklerine yıllardır. Romalılar, bizans derken, yaşamış osmanlı rumları yıllarca. Gelmiş çatmış savaş kapıya, gitmek düşmüş onlara, terketmişler köylerini, ağlamışlar belki kötü kadere, geride bıraktıkları mezarları ve onların mezar taşlarıymış. Sonradan kazsın diye defineciler, zenginleri gömmüş küplerle altınlarını civarda diye soğuk kış gecelerinde sohbetler yapılmış yıllarca.
Onların buralarda yaşadığına şahit ağaçlar kalmış; köyün başında bir çınar, bir ulu meşe kalmış geride çobanlar girermiş içine yağmurda, rüzgarda kışta; sonra ceviz ağaçları kalmış, cevizlik boğazı denilen yörede.
Boş kalmış köy bir süre, talan etsin yakıp yıksın diye çeteler.
1924 yılında benim atalarım, dedelerim, ninelerim; koparılıp Drama'nın Kozlu köyünden, yerleştirilmiş adına Yeniköy denilen bu yeni köylerine. Büyükler adına Mubadele demişler bu acının, koparılmanın yerinden yurdundan. Anadolu'da o dönem birçok yeniköy adlandırılmış, karşı yakada rumlarda Nea ekiyle başlayan yerlere yerleşmişler, buruk yeni başlangıçlara.

Dedelerim geldiklerinde buraya 14-15 yaşlarındalarmış, evler yapılmış yeni umutlu geleceğe.
Kuzey- güney istikametinde üç ana caddesinin yanlarına sıralamışlar iki katlı bahçeli evlerini.
Babaları anaları tütün tarımıyla geçinirmiş evvelden beri, bu köyde de tütün ekmişler paylarına düşen topraklara. Çalışmışlar çabalamışlar yılın 13 ayı ! öyle zormuş tütüncülük; dikilir,sulanır, kırılır, iğnelere dizilir, kurutulur, demet yapılır, balyalarla satılırmış. 70'lerin sonlarına kadar sürmüş, sonra yasaklamış devlet, ektirmemiş.
Deresi varmış yanından akan gürül gürül, pırıl pırıl, balık tutarmış bendeniz çocukken söğüt dalında dizi dizi, mutlu mağrur; merası varmış köy sığırı salınan her gün, sütü, eti mis gibi kokarmış. Su, köy çeşmelerinden taşınırmış evlere.
Ilıcası, romalılardan beri kükürtlü sıcak suyuyla merhem olmuş yaralara.
Düğünleri varmış, kına geceli, davul zurnalı, kaç göç olmadan kızlı erkekli, düğün yemekleri meşhurmuş; çorbası, kavurması, pirinç pidesi, baklavası bolmuş, herkes birlikte yer sofrasında, sininin çevresinde basarmış kaşığı yemeklere tatlı sohbetlerle.
Köy ekmekleri yapılırmış bahçelerdeki köy fırınlarında koca tepsilerde. Bahçelerinde erik, incir bolmuş dalında yenirmiş.
Kurban kesildi mi, kavurma yapılır basılırmış tenekelere, tüm yıl tat versin diye yemeklere.
Mısır kırar, akşamları mısır ovarlarmış imece, birlikte. Kahvehane yokmuş, ihtiyaçta yokmuş.
İnsanlarına Macır hitap edermiş çevresi, öylesine mert, çalışkan, birlik, yardımsever, hoşgörülü, nükteli, neşeli imişler. Kadınları saya giyermiş dışarıda. Mari derlermiş kızlarına, bire kızan derlermiş oğlanlara, herkes birbirini tanırmış.
Geldiklerinde bu köye 80-100 haneymişler(500 nüfus), ben çocukken 65'te 1000 kişi yaşarmış köyde.
Sonra ne mi olmuş. 70'li yılların başında elektrik gelmiş, evlere su bağlanmaya başlanmış, televizyonlar alınmış, tarlalara avrupa gübre dedikleri sunni gübreler atılmış, has undan şehir ekmekleri yenmeye başlanmış.
Seksenlerde arabalar çoğalmaya başlamış, tarım azaldığından nüfus çoğaldığından gençler fabrikalarda çalışmaya başlamış, deresinde balık yaşamaz olmuş.
Doksanlarda evler çok katlı olmuş, estetik olmayan zevksiz kişiliksiz betonarme binalar yapılmış, televizyon, buzdolabı, çamaşır makinası, cep telefonu, otomobiller olmuş.
1999 büyük Gölcük depreminden sonra köy merasına kalıcı konutlar adlı yerleşim yapılmış ve köyün çevre arazileri hızla yapılaşmaya açılmış. Ovasına deterjan fabrikası ve tersaneler kurulmuş, geniş asfalt yollarla topraklar ağ gibi sarılıp, boğulmuş.
2000' li yıllarda adı köy olan kasaba da nüfüs iyiden iyiye artmış, ve şehirleşme hızla devam etmiştir.

Sonuç olarak, dışa bağımlı, homojen, bağnaz, politize olmuş, topraklarının çoğunu kaybetmiş, kişiliksiz bir yerleşim oluşmuştur.
Doğa, kısa vadede kendisine direnç gösterilmesini kabul eder görünür ama asla affetmez. İnsanların rahatı ve refahı maskesi altında yapılan yanlışların bedelini biz ve özellikle çocuklarımız ödeyecektir.
Artık çamurlu yollarda yürümüyoruz. Heryere arabalarla asfalt yollardan gider olduk. Daha aceleci olduk. Büyük beton evlerde yaşıyor, hazır paketli şeylerle besleniyoruz. Kalabalıklaştıkça ayrışıyoruz.
Sorun şu; Bu gidiş bizi kaygılı, aceleci,hoşgörüsüz ve stresli yapmıyor mu? Sağlıklı ve mutlu muyuz ?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder